Son yıllarda Türkiye
Müslümanlarının bazılarının dilinden düşürmediği bir tabir var; diyalog. Kimisi
bunun Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’in tatbik etmediği, dinde
sonradan ortaya çıkan, İslam ümmetinin varlığını koruma hususunda ehl’i küfre
karşı olan direncinin kırılmasına sebep olan bir çalışma olduğunu savunurken.
Kimisi de bunun, Efendimiz zamanından beri süregelen bir uygulama olduğunu
iddia ediyor.
Evvela bilmelidir ki, Diyalog kelimesi haddi zatında Türkçe olmayan Yunanca bir
kelimedir. Dia, vasıtasıyla ve yoluyla demektir. Logos ise; "kelime veya anlam, söz, ifade, bir şeyi göstermek,
ortaya çıkarmak, hep birlikte bir araya gelmek" anlamındadır. Sözlük Anlamı: Diyalog, bilindiği gibi iki
kişinin karşılıklı konuşması ve sohbetidir. (Tdk Sözlüğü)
Kelime olarak Türkçe
olmayan ‘diyalog’ bir takım kişiler tarafından son yıllarda, Farklı dinlere mensup insanların
inançlarını ve düşüncelerin birbirlerine zorla kabul ettirmeden eşitlik,
hoşgörü, sevgi, saygı ve iyi niyet çerçevesinde muhatabını öğrenmek, bilmek,
tanımak, işbirliğine gidebilmelerini, birlikte yaşayabilmelerini, hatta
uzlaşabilmelerini sağlayan bir karşılaşmadır, diye tarif edilir.
Şu hususu net ve kesin bir şekilde
ifade edelim ki, İslamda diyalog değil tebliğ vardır. Bunun
yerine yeni yeni kelimeler icad ederek insanları karmaşaya sürüklemenin bir
manası yok.
Tebliğ: Peygamberlerin vazifeleriyle
ilgili olarak, aldıklarını aktarma, bildir me, haber verme anlamında kullanılır
ve peygamberlerin asıl görevlerindendir. Biz Müslümanlar da
Allahın kitabı ve Resulünün dilinden, öğrendiği hakikatleri insanlara
ulaştırmalı ve bunun peygamberî, kutsal bir görev olduğunun şuurunda olmalıyız.
Fakat bu kutsal görevi îfâ ederken İslamın ve Müslümanların kimliklerine, değerlerine ve
hedeflerine zarar vermemeli ve inançta gevşemeye sebep olmamalıdır. Bu sebeple tebliğ usullerini öğrenebileceğimiz tek kaynak
Kur’an ve sünnettir, zira peygamberimiz hadisi şeriflerinde buyurmuştur ki, "Size
iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddet çe asla sapıtmayacaksınız:
Allah’ın Kitab'ı ve Resulünün sünneti". (Muvatta, Kader 3, (2, 899).
Hal böyle olunca Kur’an
da zikredilen hidayet elçilerinin izlediği yol ve üsluplarını asla göz ardı
edemeyiz. Mesela; Kur’anda hazreti Nuh aleyhisselam müşrik olan oğluna hidayete
davet için konuşmasına “oğulcağızım” diye son derece merhamet ifade eden
sözcükle başlamış ve: “ Oğlum! Bugün iman ve
itaatlarıyla Allah’ın rahmet ve merhametine mazhar olanlardan başkası için
kurtuluş yoktur.” diyerek, seçme hakkının
bulunmadığını ve oğlu dahi olsa batıl olan inancını terk edip hakkı kabul etmek
ten başka çaresinin olmadığını alenen (açıkça) söylemiştir.
Yine İbrahim
aleyhisselam’da müşrik olan babasına: “Ey babacığım, senin Allah’tan gelecek bir azaba
çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korku yorum.” demiş ve yaptığı
işin ve akibetinin ne derece çirkin olduğunu açıkça bildirmiştir.
Aynı şekilde Resulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine teklif edilen Dar-un Nedve cahiliye
meclisinin başına geçme teklifini; “ameller niyete göre” deyip, “ben bunların
küfür meclisine gireyim yavaş yavaş İslamı tebliğ ederim, hemde Müslümanlara
yapılan işkence ve eziyetleri önlerim” dememiştir.
Efendimizin çeşitli kişilere
gönderdiği mektuplarda da tebliğin şekli ve sınırları belirtil miştir. Hatta
diyalog’çuların sarıldıkları vefd-i Necran (necranlı hristiyan heyeti)
hadisesine akl-ı selîm ile bakılmalıdır.
Efendimiz, onlara gönderdiği
mektupta; "Muhammed'den Necran papazlarına, İbrahim, İshak ve Yakub'un
Allah'ının adıyla; Gerçekten de ben sizi, yaratıklara tapmaktan Allah'ın
kulluk ve ibadetine davet ediyorum ve sizi, yaratıklarla yapılmış ittifak
anlaşmalarının ötesinde Allah ile ittifak anlaşması yapmaya çağırıyorum. Bu
duruma göre şayet reddedecek olursanız, cizye (Müslüman olmayan azınlık
nüfusundan alınan Şer’i vergi) yükümlülüğü gelir, şayet cizyeyi de
reddedecek olursanız size harp açarım, Vesselam." Buyurarak onları
Müslüman yapmak için hükmü iptal edilmiş bir dini hoş görmemiştir.
Hâlbuki ümmetine O’ndan daha hırslı hiç kimse
olmadığı Tevbe suresi 128’de “O size çok düşkün, mü'minlere karşı da çok
şefkatli ve merhametlidir” şeklinde beyan edilmiştir. Bu hakikat
peygamberimizin diğer mektuplarının tamamında göze çarpmaktadır.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre
tebliğ edilirken karşı taraftaki insanın hali ve mevkisi göz önünde
bulundurulmakla birlikte asla haktan taviz verilemez. Tıpkı sahabe-i kiramın
Habeşistan kralı “Necaşi Asheme” ye olan tavırlarında olduğu gibi ki: En zayıf
durumda, kendisine sığınmak zorunda oldukları halde bile Necaşi’nin yanındaki
papazlar gibi giyinip hareket etmesini ve onların törenine katılmaları şöyle
dursun, önünde eğilmemişlerdir bile. Fakat günümüzde tebliği diyalog felsefesi
ile karıştırıp haddi aşanlar, bilerek veya bilmeyerek birçok hatalara düşüp
şerrin mihrakı olan vatikanın oyununa gelmektedirler.
Nitekim Vatikan’ın 1999 yılında
yayınladığı; “Towards a pastoral
approach to culture” adlı
bir kitapta esas maksatlarını açıkça şöyle ifade etmekteler:
“Bütün insanlar Hz. İsaya
döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilise de birleşmeli ve onun vücudu
olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç
değişmez: Nihai maksadımız, bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır. “
Aynı şekilde Papa 2. Jean Paul da, Sen Pietro Kilisesinde, 25.6.2000 günü pazar
ayininde;‘’Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloga evet. Ama "aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan
etmek gerekiyor’’ diyerek diyaloğun hedefi konusun da ipucu
vermiş oluyor. (Bu yüzden yahudiler, kilisenin diyalog yaklaşımına daima şüphe
ile bakmışlardır. /T.d.v islm. Ansk.)
Ve diyalog konusunda uzun uzun
yazılar ve makaleler yayınlayan gazete ve dergilerde “Papa cenapları
(büyüklük, celâl sahibi)”, “patrik hazretleri” gibi cümleler satır
aralarına sıkıştırılarak papazların Müslümanlar katında İslam âlimleri gibi
muhterem zatlar olduğu intibaı verilmekte. Daha da ileri gidilerek diyalog
felsefesinin önderlerinden bir dergide “Diyalog, ‘ben doğruyum sen yanlışsın’ anlayışından, ‘ben de, sen de doğru olabiliriz, ikimizin de
farkında olmadığı bir noktada ortak doğrulara ve işbirliğine sahip olabiliriz’ anlayışına geçiş yapmaktır. “
denilerek Müslümanların berrak zihinlerinde, “acaba onlarında doğru olma ihtimali
varmı?” şüphesini oluşturulmaktadır.
Herkesçe malumdur ki ehl-i sünnet
âlimlerinin ittifakı ile imanî meselelerde şüphe kişiyi küfre düşürür. Hem bu
bozuk felsefeye göre diyalog, onları tanımak içinmiş. O zaman Kuran-ı kerimdeki
Yahudi ve hrıstiyanları tanıtan ayetler ne işe yarayacak, o ayetler ehl-i
kitabı tanıtmada yeterli değimli? (hâşâ)
Biz onları ayetler ve hadisler
ışığında tanıdık ve bildik ki, onlar ya bize her sene cizye vermeye mecbur
olurlar, ya da gerektiğinde islamın kılıcından korksunlar. İslamın kılıcı ne
kadar keskin olursa, İslam o kadar yüce olur zira efendimiz sallallahu aleyhi
ve sellem buyurmuşlardır ki, “Ben kıyametten evvel kılıç ile (yani cihada
me’mur olarak) gönderildim. Tâ ki şerîki olmayan, bir olan Cenâb-ı Hakk’a
ibadet edilsin. Rızkım mızrağımın gölgesi altındadır. Zillet ve alçaklık,
emrime muhalefet edenedir. Kim bir kavme benzerse o da onlardandır”
(Müsned, İbn-i Hanbel, c.2, s.50–92, Buhari, c.3, s.1067)
Bunun
içindir ki en temiz rızık cihadda elde edilen ganimettir. Dikkat edilirse Efendimizin
sallallahu aleyhi ve sellemin ahrete irtihallerinden bir müddet sonra, ehli
islamın yaptığı savaşların tamamına yakını ehli kitaba karşı olmuştur. Çünkü
zamanımız da olduğu gibi, asırlarca İslama en büyük zararı onlar vermiştir.
Müslümanları bu zararlardan korumanın tek yolu, onlara cihad şuurunu aşılamak
ve bu ruhu her dem taze tutmaktır. Bunun için peygamberimiz sallallahu aleyhi
ve sellem: “Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır,” (Ebu Davud,
Cihad, 33) buyurmuşlardır.
Osmanlı devletinin gelişim
sürecine de bakacak olursak, çöküşün başladığı devre ile müminlerin reisi olan
padişahlardaki cihad gayretine gevşekliğin gelmesinin alameti olan, ordunun
başında savaşlara katılmamalarının aynı zamana rastladığını görürüz. Yerli ve
yabancı birçok tarihçinin, Osmanlıların hakkı ve adaleti tüm dünyaya
yayabilmelerinin yegâne sebebinin, onlarda bulunan cihad gayretinin bir sonucu
olduğunda hemfikir olduklarını görürüz.
Velhasıl Müslüman her işinde
olduğu gibi tebliğ hususunda da dengeyi kurmalı haddi aşmamalıdır. Hal böyle
olunca Müslüman, diyalog değil tebliğ yapmalıdır.
Diyalogda, eşitlik, tebliğde
islamın üstünlüğü vardır.
Diyalogda kâfire iyi niyet
beslemek, tebliğde ise feraset ile öteleri görüp ona göre davranmak vardır.
Nihayet diyalogda uzlaşıp boyun
eğmek vardır, tebliğde ise islamın maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi, fert ve
toplumda huzurun ve kurtuluşunun membaı olduğunu bir şekilde isbat edip, onları
da dünya ve ahiret huzuru ile tanıştırtmak vardır.
Netice; islamın 1400 senelik
hakimiyyet seyrini ele alıp, tekrar aynı ruh ve şuurla, cihana islamı hakim
edene kadar, gece-gündüz sa’yu gayretle, sünneti seniyyeyi ihya ederek, Allahın
yardımıyla hedefe ulaşmak nasib olur….İnşaallah!
Bir hadisi şerifle sözü noktalayalım.
“Beş şeyle yardım olundum… Bir aylık mesafeden düşmana korku verilmesiyle
bana yardım edildi.” (Buhari)
< Önceki | Sonraki > |
---|