Allah'ın Mekândan Münezzeh Olduğuna Dair Nakli Deliller
Bu husustaki naklî
delillere gelince, bunlar da pek çoktur:
1) Allah Teâlâ, "De ki: "O Allah'tır, bir tektir" (İhlas, 1) buyurmuş ve kendisini tek oluş ile tavsif etmiştir. "Ehad", Allah'ın bir tek oluşunu en ileri derecede ifade eden bir kelimedir. Kendisi ile arş dolan ve arş'tan fazla olan bir varlık, arş'ın parçalarının üstünde, gerçekten birçok parçadan meydana gelmiş "mürekkeb" bir varlık olur. Böyle oluş da, o varlığın "bir tek" olmasına terstir.
Bu İlzam" karşısında, Kerramiye fukahâsına
mensup bazı kimselerin şöyle dediklerini gördüm: "Allah Teâlâ tek bir
zattır. Tek olmakla birlikte, aynı anda her yerde bulunur. Aynı anda her yerde
bulunduğu İçin, arş da O'nunla dolmuştur." Ben derim ki: "Bu söz
mekan ve ciheti (doldurup) meşgul eden bir zatın (varlığın), aynı anda pek çok
mekanlarda bulunması caizdir" neticesine varır. Halbuki akıllı kimseler,
bunun yanlış olduğunu bilmenin, zarurî (kesin) olarak bilinen şeylerin en
açıklarından bîri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Hem sonra siz, ey
Kerramiye, bunun böyle olabileceğini söylüyorsanız, Arş'tan yerin dibine kadar
bütün âlemin tek bir cevher ve tek bir varlıktan ibaret olabileceğini, ancak ne
var ki bölünemeyen bu cüzün, bütün mekanlarda bulunduğunu ve bundan dolayı da
birden fazla sanıldığını niçin söylemiyorsunuz. Böyle birşeyi söyleyebilen
kimsenin ise, en kabul edilmez birşey söylemiş olacağı malumdur.
Eğer onlar, "Biz,
burada bu zatlar arasında farklılığın bulunduğunu, ancak onların bir kısmının
bakî olmasının yanısıra, bir kısmının fânî olması sebebiyle anladık. İşte bu,
farklılığı gerektirir.
Hem sonra biz onların
bazısının hareketli olduğunu, bazısının da hareketsiz olduğunu görüyoruz.
Hareketli olan ise, hareketsiz durandan farklıdır. Binaenaleyh, bunlar arasında
bir farklılığın olduğuna hükmetmek gerekir. Böylesi şeyler Allah'ın zatı
hakkında söz konusu değildir. Binaenaleyh bunlar arasındaki fark açıktır"
derlerse, biz deriz ki: "Senin, "Bazıları fânî (yok) olurken,
bazıları bakî oluyor. Bu da, bunlar arasında bir farklılık olduğunu
gösterir" şeklindeki iddiana karşılık, cüzlerden bazılarının fanî (yok)
olduğunu kabul etmiyoruz ve aksine diyoruz ki: "Alemin bütün cüzlerinin,
sadece tek bir cüz olup o aynı cüz'ün şuraya buraya yerleştiği niçin
söylenemesin?"
Keza bu cüz beyaz, siyah
ve diğer bütün renkler ve tatlarla mevsuf olarak bulunur. Yok (fani) olan,
sadece onun muyayyen bir yerde bulunmasıdır. Onun bizzat ve tamamen yok
olduğunun söylenmesine gelince, bu kabul edilemez.
Senin, "Biz bazı
cisimlerin hareketli, bazısının hareketsiz olduğunu görüyoruz. Bu durum ise,
bir farklılık olduğunu gösterir. Çünkü hareket ve sükûn (hareketsizlik) aynı
anda bulunamazlar" şeklindeki sözüne karşılık da deriz ki: "Biz, tek
bir cismin aynı anda iki yerde bulunamayacağına inandığımız için hareket ve
sükûnun bir arada bulunamayacağı neticesine varıp, hareketsiz duranın burada
bulunduğunu, hareket edenin de burada olmadığını gördüğümüzde, hareket edenin
burada durandan başka birşey olduğuna hükmederiz. Fakat bir varlığın aynı anda
iki yerde bulunmasının farzedilmesi halinde o tek varlığın aynı anda hem
hareket halinde hem de hareketsiz olması imkânsız değildir. Çünkü bu konuda söylenebilecek
son söz şudur: (O), hareketsiz duruşu sebebi ile burada, hareketi sebebi ile de
bir başka yerde bulunmuştur. Ancak biz, tek bir varlığın aynı anda iki ayrı
yerde bulunabileceğini kabul ettiğimizde, hareketsiz duran varlığın, hareket
eden varlığın kendisi olması uzak bir ihtimal olmaz. Binaenaleyh Allah
Teâlâ'nın zatı itibarı ile, bölünmeyi kabul etmeyen tek bir varlık olduğunun,
bununla birlikte arş'ın O'nunla dolduğunun söylenebilmesi halinde, "Arş,
bir cevher-i ferd, bölünmeyen bir cüzdür. Bununla birlikte bütün mekanlarda
bulunur ve bütün arş o tek cevher-i ferdden meydana gelmiştir"
denilebilirdi. Bunun böyle olduğunu kabul etmenin ise, cehalet kapılarını açma
neticesine götüreceği malumdur.
2) Allah Teâlâ, "O gün Rabb'in
arş'ını ( o meleklerin) üstünde bulunan sekiz melek yüklenir" (Hakka, 17)
buyurmuştur. Âlemin ilâhı arş'ın üzerinde olsaydı, arş'ı taşıyan melekler,
ilâhı da taşımış olurlardı. Bu sebeple ilâhın, bir yönden taşıyan, bir yönden
taşınan; bir yönden korunan, bir yönden koruyan olması gerekir. Böyle birşeyi
ise, hiçbir akıllı söyleyemez.
3) Allah Teâlâ, "Allah ganî
(muhtaç olmayan)dır" (Muhammed, 38) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kendisinin
kayıtsız şartsız herşeyden müstağni olduğunu bildirmiştir. Bu ise, O'nun
mekandan ve cihetten de müstağnî olmasını gerektirir.
4)
Firavun, Hz. Musa (a.s)'dan kendi ilâhının mahiyetini anlatmasını isteyince,
Hz. Musa (a.s), üç anlatışının her seferinde de, Allah'ın yaratıcılık
sıfatından başka birşey söylememiştir. Çünkü Firavun, "Âlemlerin Rabbi
(dediğin) nedir?" (Şu'arâ, 23) deyince, Hz. Musa,
birinci seferde, "O, göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan
şeylerin Rabbidir Eğer hakikati yakinen bilmeye ehil kimselerdenseniz" (Şu'arâ,
24) dedi. İkinci seferde, "O, sizin de evvelki atalarınızın da Rabbidir"
(Şu'arâ, 26); üçüncü seferde, "(O), doğu ite batının ve ikisi arasında
bulunan herşeyin Rabbidir, eğer aklınızı kullanırsanız..." (Şu'arâ, 28)
demiştir.
Bütün bahsedilen bu
hususlar, Allah'ın yaratıcılık sıfatına işarettir. Ama, Allah'ın laneti üzerine
olasıca Firavun ise, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap. Olur ki
ben o göklerin yollarına ulaşırım da Musa'nın ilahına yükselip çıkarım"
dedi" (Mü'min, 36-37) ve Allah'ı
gökte aradı. Bundan dolayı biz, Allah'ı yaratıcılık ile ve bir mekan-bir
cihette bulunmamakla tavsif etmenin, Hz.
Musa'nın ve diğer peygamberlerin de dini (yolu) olduğunu; Cenâb-ı
Hakk'ın gökte olduğunu söylemenin ise, Fir'avn ile onun bütün kâfir
kardeşlerinin (yolu) olduğunu anlamış olduk.
5) Allah Teâlâ, (tefsir ettiğimiz) bu
âyette, "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
arş üzerinde hükümran olan Allah'tır" (A'râf, 54) buyurmuştur. Bu âyetteki
sümme (sonra) kelimesi, "terâhî'"
(birşeyin daha sonra oluşunu) ifade eder Ki bu da Allah Teâlâ'nın, ancak
gökleri ve yeri yarattıktan sonra, arş üzerine "istiva" ettiğine
delalet eder. Binaenaleyh eğer bu âyette geçen "istîva"dan murad,
birşeyin üzerinde "istikrar bulma" ise, o zaman, "O arş üzerinde
karar kılmamış, istikrar bulmamıştı. Henüz kararsız İdi, yalpalıyordu ve
dengesini bulamamıştı da, daha sonra arş üzerinde istîva etti (dimdik
durdu)" denilmesi gerekir. Bu ise, Cenâb-ı Allah hakkında diğer cisimler
gibi, bazan hareketli ve yalpalı, bazan da sükûn ve istikrarlı olduğunu söylemeyi
gerektirir ki, Hiçbir akıllı böyle birşey söylemez.
6) Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in, yıldızların, ayın ve
güneşin Hanlığını, onların batıp kaybolmaları sebebi ile tenkid ettiğini
nakletmiştir. Demek ki âlemin ilâhı bir cisim olsaydı, o zaman devamlı batıp
kaybolan ve yalpalama ile dengesizlikten, dimdik doğrulup sükûn ve istikrar
haline geçmiş olan bir varlık olmuş olurdu. Binaenaleyh, Hz. İbrahim
(a.s)'in güneş, yıldız ve ayın tanrılığına yönelttiği tenkit, bu durumda
âlemin ilâhı hakkında da geçerli olur. Böyle olunca daha nasıl, O'nun uluhiyyetini
itiraf etmek mümkün olur?
7)
Allah Teâlâ, "Sonra (O), arş üzerine istiva etti" buyruğundan önce ve sonra, birşeyler
zikretmiştir. Bundan önce bahsettiği husus, kendisinin "Şüphesiz ki Rabbiniz,
gökleri ve yeri altı günde yarattı" cümlesidir. Biz ise, göklerin ve yerin
yaratılmasının pek çok yönden yaratıcının varlığına, O'nun kudret ve hikmetine
delalet ettiğini beyan etmiştik. O'nun bunun peşisıra bahsettiği hususlar ise
şunlardır:
a)"Kendisini durmayıp kovalayan
gündüze, geceyi o bürüyüp örter."
Bu husus, Allah'ın varlığına, kudretine ve hikmetine delalet eden
delillerden biridir.
b) "Güneşi, ayı, yıldızları, hepsi
emrine ram olarak (yaratan O'dur).* Bu husus da, Allah'ın varlığına, kudretine
ve ilmine delalet eden delillerdendir.
c)
'Haberiniz olsun ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." Bu beyan da O'nun kudret ve hikmetinin
mükemmelliğine bir işarettir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki:
Ayetin başı, Allah Teâlâ'nın varlığına, kudretine ve ilmine delalet eden
hususlara bir işarettir, sonu da aynı hususlara delalet eder. Durum böyle
olunca, âyetteki, "Sonra (O), arş üzerine istiva etti" buyruğunun da,
aynı şekilde Allah'ın kudret ve ilminin mükemmel oluşuna bir delil olması
gerekir. Çünkü şayet bu tabir bu manaya delalet etmeyip bundan muradı,
"Allah'ın arş üzerine karar kılması" olsaydı, bu tabir kendinden
önceki ve sonraki ifadeler arasına girmiş, onlarla hiç ilgisi olmayan bir söz
olmuş olurdu. Zira Allah'ın arş üzerine karar kılmış olmasını, O'nun kudret ve
hikmetinin mükemmelliğine bir delil kılmak mümkün değildir. Hem bu, bir övgü ve
bir medih sıfatı da değildir. Zira Allah Teâlâ, bütün karasinek ve
sivrisinekleri, arşa ve arş'ın üzerindeki şeylere oturtmaya kadirdir. Böylece.
Cenâb-ı Hakk'ın, arş üzerine oturmuş olmasının, ne O'nun zat ve sıfatlarını
isbat eden delillerden, ne de medh ve övgü sıfatlarından olmadığı sabit olmuş
Olur. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra (O), arş üzerine istiva etti" buyruğundan murad, O'nun arş üzerine
oturmuş olması olsaydı, o zaman bu ifade, kendisinden önceki ve sonraki ifadelerle
münasebetsiz bir söz olmuş olurdu ki, bu da son derece bozukluk ve tutarsızlığı
gerektirirdi. Böylece, maksadın bu olmayıp aksine bununla kastedilenin, O'nun
mülk ve melekûtunu yönetmesindeki kudretinin mükemmelliği olduğu kesinleşir.
İşte böylece bu kelime, hem kendinden önceki hem de sonraki ifadelerle
münasebet arzetmiş olur ki, işte elde edilmek istenen netice budur.
8) Semâ: "Gök, semâ"
yükselen, yukarı çıkan ve yüce olan her şeye verilen bir isimdir. Bunun delili
ise, Cenâb-ı Hakk'ın buluta da, "semâ" adını vermiş olmasıdır. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Sizden şeytanın murdarlığını gidermek... için de gökten
üstünüze bir su indiriyordu..." (Enfal, 11) buyurmuştur. Durum böyle
olunca, yüksekliği, irtifâsı ve yücelme durumu olan her şey "semâ"
olmuş olur. Şu halde eğer âlemin ilâhı arş'ın üzerinde olmuş olsaydı, o zaman
Cenâb-ı Hakk'ın zatı, arş'da oturanlar için bir "semâ" olmuş olurdu.
İmdi Allah Teâlâ arş'ın üzerinde olmuş olsaydı, O'nun bir "sema"
olacağı, böyle vasfedileceği sabit olurdu. Halbu ki O, kendisinin pek çok
âyette bütün "semâların ve göklerin yaratıcısı olduğunu bildirmiştir ki,
bu âyetlerden birisi de, tefsirini yapmakta olduğumuz, "Şüphesiz ki Rabbiniz,
gökleri ve yeri altı günde yaratandır..." buyruğudur. Binaenaleyh, şayet
arş'ın üstü, arşta oturanlar için bir "sema" olsaydı, o zaman Cenâb-ı
Hak kendi kendinin yaratıcısı olmuş olurdu ki, bu da imkânsızdır.
Bunun böyle olduğu sabit
olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Gökleri ve yeri yaratandır" buyruğu, O'nun,
"Sonra (O), arş üzerine istiva etti" ifadesinin, tevil edilmesi
gereken, müteşabih ifadelerden biri olduğuna delalet eden muhkem bir âyettir.
İşte bu, çok hoş bir nüktedir. İnceliktir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı
Hakk'ın, En'âm suresinin başında "O, göklerde (ibadete müstehak olan) Allah'tır"
(En'âm, 3) buyurup, biraz sonra da, "De ki: "Göklerde ve yerde olan
her şey kimin?" De ki: "Allah'ındır" (En'âm, 12) buyurmasıdır.
Bu son tabir, göklerde bulunan her şeyin, Allah'ın mülkü olduğuna delalet eder.
Binaenaleyh, şayet Allah göklerde olsaydı, o zaman O'nun, kendisinin maliki ve
melîki olması gerekirdi ki, bu muhaldir. İşte burada da böyledir. Öyleyse, bu
aklî ve naklî delillerin tamamiyie, Hak Teâlâ'nın "Sonra (O), arş üzerine
istiva etti" buyruğunu "oturma", "karar kılma" ve
"bir mekan ve ciheti işgal etme" manasına hamletmenin mümkün olmadığı
sabit olmuş olur. İşte bu noktada, bu hususta ehil olan ulemâ için iki yol
bulunmaktadır.
< Önceki | Sonraki > |
---|