Hamidiye Alayları
ve Abdülhamid"in Kürt politikası
Sultan
II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem
verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler,
Abdülhamid"in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu.
Abdülhamid"in getirdiği çözümün çatısını da "Hamidiye Alayları"
oluşturdu. Abdülhamid"in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu"daki
Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak
amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve
Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan
Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini
pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.
Aslında
alaylar, Sultan Abdülhamid"in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve
bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede
Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul"da eğitilmesi, bölgeye
gönderilen din adamları yoluyla "Osmanlı" bilincinin güçlendirilmesi
gibi unsurlar da vardı. İstanbul"da "aşiret mektepleri"nin açılması,
bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını
oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler
göndererek halkın eğitimine de önem verdi.
Prof.
Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda
okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna
tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü "Doğu Anadolu halkının
devletle bütünleşmesinde Abdülhamid"in hizmeti büyüktür" şeklinde
verir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli
Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir.
Kürtlerin
Milliyetçiliğe Yüz Çevirişi
Milliyetçilik,
modern çağda doğan bir olgu. Modernizm öncesi dönemde, milliyetçilik yoktu.
İnsanlar kendilerini şu veya bu milletin bir ferdi olarak değil, bağlı
oldukları siyasi otoritenin (çoğunlukla bir kralın, padişahın veya derebeyinin)
tebaası ve ait oldukları dini cemaatin bir parçası olarak görüyordu. Osmanlı
tarihinde, devletin son birkaç on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik
bulmak mümkün değil. 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini
daha çok dinî temelde tanımlıyordu. Kürtler, kendilerini "Kürt"ten
ziyade "Müslüman" olarak görüyordu.
Jön
Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli
bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde etkili olmadı. The
Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane"ye göre Kürt ağaları, hanları,
şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü,
onları "dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı" olarak gördü ve
kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk
milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamid"e karşı düzenlenen
Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan
rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin
Osmanlı devletine olan sadakati sürdü.
Kürtlerin
Osmanlı"ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912"den 1918"ye
kadar aralıksız devam eden kanlı savaş yıllarıdır. Trablusgarp, Yemen ve Balkan
Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı"nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda
görev aldı. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir
gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt"ün silah altına girdiğini
belirtiyor. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti
adına savaşmıştı. Peki bu sadakat nereden geliyordu? McDowall"a göre, en
önemli faktör Müslüman kimliğiydi.
Kurtuluş
Savaşı"nda Kürtler
Atatürk"ün
Kurtuluş Savaşı"nda gösterdiği en büyük başarılarından biri,
Anadolu"daki farklı unsurları ortak bir dava için birleştirmesiydi. Bunu
da, tıpkı Sultan Abdülhamid gibi, söz konusu unsurların ortak kimliğine vurgu
yaparak gerçekleştirdi. Bu kimlik özellikle de Kürtlere hitap ediyordu. Mustafa
Kemal Paşa, 1916 yılında Diyarbakır"da 16. Ordu"da görev yapmış, bu
sırada pek çok önemli Kürt aşiret lideri ile yakınlık kurmuştu. Nitekim
Samsun"a çıktıktan sonra "doğu vilayetleri"nden aldığı
sinyallere güvenerek, Kürt vilayetlerindeki bazı önde gelen isimlere, örneğin
Cemil Paşazade Kasım Bey"e, Milli Mücadele konusunda bilgilendiren ve
yardımlarını talep eden telgraflar gönderdi. Zaten Kürt aşiretleri de,
"din ve vatan uğrunda açılacak mücadeleye katılmaya hazır
olduklarını" Kazım Karabekir Paşa"ya bildirmişlerdi.
Mustafa
Kemal Paşa, telgraflarında kullandığı "anasır-ı İslam" yani
"İslam unsurları" kavramına Milli Mücadele boyunca büyük vurgu yaptı.
1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, "Meclis-i alinizi teşkil eden
zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat
hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye"dir, samimi bir
mecmuadır" diyerek milletin bu unsurlardan oluştuğunu açıklamıştı. Bu
politika Kürtler arasında olumlu etki meydana getirdi.
Sevr'i Protesto
Eden Aşiret Liderleri
Anadolu"da
bunlar olurken, Avrupa"da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası
üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı"na, milliyetçi
entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı
ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle
anlaşarak bir "Kürt Devleti" kurmak için Avrupalı devletlerden onay
almaktı. Ağustos 1920"de imzalanan Sevr Antlaşması"nın 62. maddesi,
"Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi" verilmesini
öngörüyordu. 64. madde ise "Kürt halkları"nın "Türkiye"den
bağımsızlık elde etmeleri"nin yolunu açıyordu.
Ne
var ki "Jön" Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir
benzerini güneydoğu Anadolu"da bulamadı. Kürtler arasında bu habere
duyulan şiddetli tepki, Paris"e bir seri telgrafın yollanmasına sebep
oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy
ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan"dan 10 ayrı Kürt
aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa"nın hareketlerini
protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920"de, Milli
Misak"ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu"na da
yollandı. Mart 1920"de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri
ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri
tarafından imzalandı.
Dönemin
Vakit gazetesinde Bediüzzaman Said-i Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık,
Kürtler adına yayınladıkları ortak yazıyla, Türklerin ve Kürtlerin birlikte
maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa"yı
şiddetle kınıyorlardı. Kısacası sonradan ulusal hafızamızda "sendrom"
olarak yerini alacak olan Sevr Antlaşması"nı protesto edenler arasında
Kürtler ön saftaydı. Kürtlerin Milli Mücadele"ye verdiği destek sonuna
kadar sürdü. Urfa ve Maraş"ın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli
roller üstlendiler.
Benzer
işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan"da Avrupalı
devletler Kürtlerin "azınlık" olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa
"Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti"nin ana unsurlarıdır. Kürtler
bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin
hükümetidir" diyerek karşı çıktı. Meclis"teki Kürt vekiller de İsmet
Paşa"ya tam destek verdi. Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım
1922"de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevr"i bir
"paçavra" olarak niteledi, Türk-Kürt kardeşliğini vurguladı. Bir
sonraki celsede ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa,
Pozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir
kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attı.
Kürt Meselesinin
Doğuşu
Peki
Osmanlı"ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele"ye canla başla
destek veren, Sevr"i protesto edip Lozan"da "Türklerden ayrılmak
istemeyiz" diyen Kürtler arasından nasıl oldu da bir "Kürt
sorunu" doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle Kürt milliyetçiliği ile
ilgili. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği her
ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; cumhuriyet
döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü. Atatürk"ün
milliyetçilik anlayışı, hiç kimsenin etnik kökenine önem vermeksizin,
"Türküm" diyen herkesi eşit vatandaş kabul etme esasına dayalıydı.
Ancak uygulama her zaman böyle olmadı. Tek parti döneminde kimi bürokratlar,
etnik temelli bir Türk milliyetçiliği geliştirdi.
Kürt
sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı
oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said
Nursi gibi önde gelen Kürt din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı
bastırmak ve "kökünden halletmek" için başlatılan Takrir-i Sükun
döneminde sert yöntemlere başvuruldu. Bu tarihten itibaren 1930"ların
sonuna kadar "bölge"de hemen her yıl ayaklanma yaşandı. Türkler ve
Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun
azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu.
Kazım
Karabekir"in Alternatif Projesi
Acaba
Şeyh Said isyanı sonrasında daha farklı bir "doğu politikası"
uygulanabilir miydi? Kurtuluş Savaşı"nın kahramanlarından Kazım Karabekir
Paşa, farklı bir politika geliştirmiş ve önermişti. İsmet İnönü hükümetinin
"Takrir-i Sükun" politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir,
temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştu.
Proje 4 temele dayanıyordu: 12 yaşından küçük çocukları gece yatılı
mekteplerine almak; Hamidiye Alayları"nın devamı olan Aşiret Süvari
Fırkaları"nı tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal
kalkınma ve yol çalışmalarında üretici hale getirmek; bölgedeki din adamlarını,
Kürtçeyi de iyi bilen üniversite mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak.
Böylece, bölge insanının dini temelden kopmadan modern bir eğitim almasını
sağlamak; özellikle Van Gölü havzasından başlamak üzere, bölgedeki diğer aşiret
unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada çalıştırmak, bölgedeki
Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz hale getirmek için
üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal hayatta ve üretimde
örnek olacak Türk kanalları açmak.
Karabekir,
Kürtlerin dini hassasiyetlerini gözetecek, onları modern eğitimle tanıştırırken
bir yandan da üretime teşvik edecek ve böylece ülke geneliyle ekonomik
entegrasyonlarını artıracak çözüm öneriyordu. 1926 yılında Meclis tarafından
bölgeye gönderilerek durum hakkında rapor hazırlaması istenen Bursa
Milletvekili Emin Bey de "sıkı yönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika
uygulanması, Sultan II. Abdülhamid"in bölgede uyguladığı politikalara ağırlık
verilmesini" öneriyor ve "güvenliği sağlamak için bölgede bulunan
silahlı kuvvetlere yapılacak masrafın yarısı kadar bir masrafla bölgeye önemli
hizmetler götürülebileceğine" dikkat çekiyordu.
İsmet
İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, "radikal devrimcilik"
vizyonuna göre şekillenmişti. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel
değerlere fazla önem verilmiyor, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek
ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği umuluyordu. Ancak bu politika ters
tepti. Muhafazakar Kürtleri Türk kimliğine kazandırmak, ancak ortak dini ve
kültürel değerler ekseninde yürütülecek politikayla mümkün olabilirdi. Bunun
aksi bir çizgide oluşturulan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi projeler başarılı
olamadı.
Dr.
Hüseyin Koca"nın ifadesiyle "halk zaten sınırlı olan eğitim
imkanlarından "çocuklarımız gavurlaşacak" diye faydalanmak
istemedi." Oysa, Dr. Koca"ya göre, "Kazım Karabekir
Paşa"nın ziraat projesine kulak verilseydi, sosyal bütünleşme
sağlanabilecekti."
Tek
parti döneminden sonra gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi
iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak, bu adımlar başarılı olamadı
ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi, yeni bir dönemin başında
kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi
istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye"nin, tıpkı Osmanlı
zamanında olduğu gibi ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere
dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi
gerekiyor.
< Önceki | Sonraki > |
---|